Wednesday, November 4, 2015

Kara kapkara bir öykü bu:

Iris Murdoch-Kara Prens

Iris Murdoch'la devam ediyorum roman okumalarıma. Gittikçe artan bir karamsarlığa götürdüğünü fark ederek. romanıyla eğlenceli başlayan bu süreç, Kara Prens'le birlikte karanlık bir öyküye dönüştü. Roman, ilk satırlarıyla birlikte ana kahramanın peşinden bir yazarın yazma-yaratma sıkıntılarını takip edeceği yanılsamasını duyuruyor okura. Oysa ilerledikçe Kafkaesk bir yapıya bürünüveriyor. Okurken özellikle son kısımlarında kendimi Dava'nın ya da Dönüşüm'ün içinde sandım sıklıkla. -Üstelik bunu hiç kaldıramayacağım bir zamanda-. Yazamayan kahramanımız bu sorununa çareler aramaya ve şiddetle ihtiyaç duyduğu yalnızlığı bulmaya çalışırken tüm karmaşanın ortasına düşüyor. Üstelik hayatındaki farklı insanların elinden çıkan ama her biri onu hedef alan bir karmaşanın. Bir süre sonra en büyük meselesi olan yazamama, dertlerinin en önemsizine dönüşüyor. 
Peki nasıl bir karmaşa bu? Ben bunun temelinde biraz sembolik bir yön buldum. Kahramanımız Bradley Pearson, 58 yaşında ve bir yazar. Ancak pek de üretken olduğu söylenemez. Bunun farkında ve artık emekli olmanın da verdiği kısmi özgürlükle kendine Londra dışında bir süre kalabileceği ve yeni romanına başlayacağı Patara isminde bir yer bulur. Roman da onun yolculuk hazırlıklarıyla başlar zaten. Önce üşengeçliği sonra da birbiri ardına sahneye atılıveren diğer kahramanlar yüzünden gittikçe ertelenir bu kaçış. Her kahramanla birlikte bir sorun halkası da dahil olur hayatına. Kız kardeşi, eski karısı, onun erkek kardeşi, aile dostu yazar, onun karısı, kızları... Her biri, kimi ona aşık olarak kimi de ölerek bu uzaklaşmayı denemesine defalarca engel olurlar. Zaten sonunda başardığında da bir felaketle sonuçlanır. Bu örgünün sembolik tarafına gelince. İnsanın hayatında kendini bulma çabalarını, nihai amacını gerçekleştirmesini engelleyen o bağlara bir göndermeyi andırıyor bu örgü. 
Bu sembolizminin ötesinde içimi karartan ama yazarın romanlarında bir ortaklık olarak da beliren ilginç bir noktadan da bahsetmek istiyorum. O da kahramanların gerçek sandıkları hayatlarının bir yanılsama olduğu ve bununla yüzleştikleri o trajik dönüm noktaları. Rüya Sakinleri'nde bu yaklaşan ölüm ve seldi.  Burada da Arnold'un cinayetinin Bradley'in üzerine kalması. Her ne kadar diğer kahramanlar onun masum olmadığına okuru ikna etmeye çalışan son sözler kaleme alsalar da tüm hikayeyi dinlediğimiz Bradley kendini savunmada daha inandırıcı. Ancak yine de mahkum edilmekten kurtulamıyor. Bu süre içerisinde yaptığı her şey onun aleyhine dönen art niyetli eylemler ve safi kötülüğün birer yansıması olarak anlaşılıyor mahkeme sürecinde. Aldığı ceza işlemediği suçun değil de bir türlü yaşamadığı hayatın, 'honest mistake' de diyebileceğimiz hataların bütününün bir karşılığı. Belki de kendini savunmaya çok da istekli olmamasında bu durumun farkında oluşunun etkisi var. İşte romanı Kafka'nın kurgularına yaklaştıran da bu yapı.
Yazar, bu klasik aydınlanma anını okurun da hak vereceği bir açıklıkla yapıyor. Romandan bana kalan da bu çok beğendiğim anlatım oluyor. İçindeki aşk hikayesiniyse sevemedim ne yazık ki.
A.

1 comment:

Anonymous said...

Elinize yüreğinize sağlık üşenm