Thursday, December 17, 2015

Ballard, Hayatın Mucizeleri

Aynı Öyküye Farklı Yerlerden Bakmak: Hayatın Mucizeleri
Savaş dönemlerindeki aydın psikolojisi her zaman ilgimi çekmiştir. Bunu Stefan Zweig'in ve Hoffmanstahl'ın eserlerine borçluyum sanırım. Onlar 1. Dünya Savaşı'yla yıkılan, bir daha da aynı olamayan dünyalarını, o güzel Avrupa'yı anlatmışlardı. Ballard'ın anlattığıysa o tamlıktan kalan kırık dökük yapının bir daha parçalara ayrılış öyküsü. Gerçi uzaklardan anlatıyor öyküsünü ama İngiltere'nin emperyalist düzeni Şangay'a o kadar yerleşmiş ki kendinizi adadan pek de uzakta hissetmiyorsunuz. 
Aynı yılları Doris Lessing de şu sıralar okuya okuya bitiremediğim Anılar'ında bu sefer farklı bir coğrafyadan, Güney Afrika'dan, Zimbabwe'den anlatıyor. İkisini eş zamanlı okumak tamamen hoş bir tesadüftü. Doris Lessing yetişkin sayılabilecek bir yaşta Ballard'a göre. 
Hayatın Mucizeleri'ni sadece savaş izlenimleri farklı kılmıyor. Aslında savaş yılları sadece bu anıların bir kısmını oluşturuyor. Onun İngiltere'ye dönüşü, aile hayatı ve yazarlığı da aynı ölçüde ilginç. Ballard, yetenekli olduğunu bilen ama bu yeteneği hangi alanda kullanacağını bilmeyen, tedirgin biri olarak karşımıza çıkıyor önce. Biz okurlar sanırım yazarların yazma sıkıntıları dışında kendilerine, yeteneklerine uygun tür arayışı içinde olmalarına pek de sık rastlamıyoruz. Bu yönüyle yazma deneyimi açısından bana farklı bir bakış açısı sundu bu bölümler. Hiçbir zaman klasik bi yazar olamayacağını kabullenişinde, bilim kurguya yönelişinde samimi ve naif bir yön de var. 
Yazarın kitabın adıyla kast ettiği ise çocukları. İlk eşi Mary ile üç çocukları var ve Mary ölünce onları tek başına yetiştiriyor. Bu yıllar onun gerçekten baba olmayı ve çocuklarını çok sevdiğini tüm samimiyetiyle ortaya koyduğu bölümlerde anlatılmış. Mottosu ise "Çocuğu sağlıklı bir yetişkine dönüştürmenin en güvenli yolu onu çok sevmek." Bu konuda kendisine kesinlikle katılıyorum. Yazarlığını, babalığının yanında ikinci planda görüyor. Ama bu başarısız olmuş demek değil. Hem romanları hem de hikayeleriyle bilim kurgunun akışını değiştirmeiş yazarlardan. 
Şimdi sırada biyografisinden hareketle yazdığı Güneş İmparatorluğu filmini seyretmek var. Bir an önce seyredip okuduklarımı görsel olarak izlemek istiyorum.
A.

Saturday, November 28, 2015

Otomatik Portakal

Sosyal Medya Kitaplığı-1
Jung, iki temel kişilik tipinden biri olan içe dönük kişilik için herkesin beğendiklerini beğenmeme, dönemde popüler olan unsurlara karşı tepeden bakma gibi özellikler sıralar. Bunlar ayrıca çok okunan ya da dile getirilen kitapları da aynı gerekçelerle reddederlermiş. Topluma karşı ayrıksı duruşun, kalabalığı, dışarıyı reddetmenin bir yansıması olarak görüyor bu davranışları Jung. Ben de içe dönük kişiliğe sahip biri olarak bu entelektüel ve ukala tutumuma sonuna kadar bağlı kalmakta sakınca görmüyordum şu ana kadar. Sonra kitapçıları dolaşırken, daha doğrusu halkım neler okuyor diye sağa sola bakınırken Otomatik Portakal'la karşılaştım. Filmini biliyordum, rafta da görünce 'Aaaa Otomatik Portakal'ın kitabı da çıkmış!!!' diye küçük bir çığlık attım:))) Sonra bu kitabın nereden aklıma takıldığını hatırlamaya çalıştım bir yandan da filtre kahve kokusu almaya başladım. Çağrışımlar kitap-filtre kahve ikilisinin en sık görüldüğü yere İnstagram'a kadar götürdü beni. Evet tabii ki, her gün bu ikilinin fotoğrafını görüyordum. 
Kitapla tanışma öyküm bu. Gelelim nelerle karşılaştığıma. İlk sayfaları okurken hissettiğim tek şey mide bulantısı oldu. Hassas bir mideye ve doğuştan yaşlı bir ruha sahip olduğum için bunu hissetmem normaldi sanırım. Şiddet sahnelerini vardır bir hikmeti diyerek okumaya, kitabın alt metnini anlamaya çalıştım. Kötü bir kitap deyip esere çamur atma gibi bir düşüncem yok. Ama egzantrik bir kişilik yaratmakla safi kötülük ve budala magandalık arasında ince bir çizgi olduğunu söylemem de gerekiyor. Trajedinin hemen komediye dönüşme ihtimali gibi. Mütevazı Anlatıcımız karşıt bir tip, bir tür anti-kahraman ama bu onu sıradışı bir roman kahramanı yapacak nitelikler değil. Müzik bilgisine ve sevgisine saygı duymakla birlikte sadece bu yönünün onu başkalaştırdığına inanmak güç. Bu, dövüyor, öldürüyor, tecavüz ediyor ama Beşinci Senfoni'yi seviyor o yüzden siz bu davranışlarını mazur görün deme çabalarını çok da sevmedim. 
Kitaba olan tavrım tam olarak toplumun ahlakını bozucu, kötü kitap, sakın okumayın yaklaşımı değil, yanlış anlaşılmasın. Mesele kahramanın kurgusal anlamdaki inandırıcılığı meselesi. Şimdi kötülük yapan, suç kavramının içini dolduran her şeyi çete arkadaşlarıyla birlikte gerçekleştiren ve yapmacık toplumla karşı karşıya kalan bir ergenimiz var. Bu onun safi kötülük yönü. Burasının kurgulanmasında bir sorun yok. Bir de bu kahramanımızın egzantrik yönü var. O da kendisinden beklenmeyecek derecede -egzantrik bu demek oluyor zaten- klasik müzik tutkusu. İkisi, kahramanı karanlık ve aydınlık yüzü olarak kurgulanmış. Bu tür kahramanlarla okuyucu arasındaki ilişki şöyle gelişir, önce kahramanın karanlık yönüyle tanışır ondan nefret eder bazen de tiksinirsiniz. Sonra yazar onun üzerine örttüğü bu kara perdeyi kaldırır ve 'Bakın burada 'insan' var' der. Sizin de empati kurabileceğiniz, özdeşleşeceğiniz biri vardır orada. Mesafeniz azalır, sevgi bazen de acıma duyarsınız. Kitapla ilgili söylemeye çalıştığım şey bu. Perde kalktığında karşıma çıkan 'insan'ın inandırıcılığı meselesi. Kötü, aksak bir kurgu diyemem ama çok daha iyilerini görmüştüm. Popüler düşmanı eleştirmeniniz bildirdi.
A. 

Monday, November 16, 2015

Stefan Zweig

Korku
Stefan Zweig'den Kadınlara Bir Ahlak Dersi

Yüzleşmek, itiraf etmek, duygularını anlatmak... Bu eylemler bana hep cesaret isteyen, kişilik sahibi olmayı gerektiren ya da bunun doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan işler gibi gelir. Yani insani eylemlerimizi Maslow'un ihtiyaçlar piramidi gibi düzenleyebilseydik eğer bunlar benim için piramidin tepesinde kendilerine yer bulurdu. Bizim kültürümüze o denli uzak yani. Biz susmayı, küsmeyi, surat asmayı tercih ediyoruz. Hatta tercih bile değil belki, bunlar sığınaklarımız. Doğru dürüst iletişim kurmaktan kaçınmak için tüm kapılarımızı kapatıyoruz. Yabancı filmlerde çok görmüşümdür. Kahramanımız bir suç veya kabahat işler. Kendisi itiraf etmese kimsenin hayatta onun yaptığını bilemeyeceği türden. Ömrünün sonuna kadar da yakayı ele vermesi mümkün görünmez. Ama o ne yapar illa yüzleşecek, vicdanının sesini dinleyecek, duygusal bir suçsa da hislerini anlatacaktır. Bazen ekranın karşısında ona sinirlenirken bulurum kendimi. Kendini niye yok yere tehlikeye attığını, ne demeye yüzleştiğini sinirle sorarım. Çocuklarına da bunu öğretirler, çevrenizle de ama daha önemlisi kendinizle yüzleşin. Sonradan duruma aydığımı itiraf etmeliyim. Meğer onlar insani, yetişkinlere özgü bir şey yapıyorlarmış, bizse çocukluktan henüz çıkamamışız. İşte temel eylemlerimizde bile toplumsal sorunlarımızın ipuçları beliriveriyor. 
Kısacık bir romandan başlayıp buraya geldik. Oysa roman itirafın dışında bu söylediklerimi anlatmıyor. Neyi mi anlatıyor? Avrupalı burjuva bir ailenin içinde kadının ihanetiyle başlayan süreci. Kadın kahramanımız Irene, avukat kocası ve iki çocuğuyla tipik bir mutluluk tablosu çizmektedir. Ancak bir noktada bu mutluluğun kendine yetmediğine, durağan huzurun yerine heyecana ihtiyaç duyduğuna karar verir. İşte anlamadığım noktalardan biri de bu olmuştur. Neden heyecan, neden ama? Neden diye sormak abes, çünkü kurgu için çatışma ve gerilim lazım. Zaten Irene de ben kendisine bu soruları soramadan çok önce bir aşık bulmuştur. Evi ve sevgilisi arasında mükemmel dengeyi sağlamıştır. Derken bir kadın belirir, hayatını kabusa çeviren. Aşığının sevgilisidir, önce tehdit sonra da şantaj başlar. Giderek artan meblağlar talep etmeye başlar. Irene'nin korkusu tırmanır. Bir taraftan da sahip olduklarının değerine karşı gözü açılır. Hiç de tutku duymadığı, yokluğunu da hissetmeyeceği bir adam için böylesine kıymetli şeyleri tehlikeye atmıştır. Kadın evinin içine kadar girer. Bundan kurtuluş olmadığını gördüğü anda bir zehir alıp intihar etmeyi planlar. Kocası karşısına çıkar, tesadüfen karısının ihanetini öğrenmiş, gözünü korkutsun, evine dönsün diye de şantajcıyı tutmuştur. Irene, uçurumun kenarından dönmüştür. Bir ahlak dersine dönüşmesini görmezden gelirsek romandaki gerilim oldukça başarılı. Yazarın anılarının yerini tutmuyor ama sonu bilinse de okuması zevkli bir öykü var burada.

Monday, November 9, 2015

DUVARIN ÖTE YANI:
DORIS LESSING'DEN HAYATTA KALMA GÜNCESİ
Eşik kavramı pek çok yönüyle bana ilginç gelmiştir. Belki de hayatımın önemli bölümünde kendimi bu kavramın çağrıştırdığı konumda hissettiğim için bu çekicilik. Doris Lessing'den okuduğum ikinci romanda eşiğe karşılık gelen bir mekan var: Duvar. Roman, duvarın öte tarafıyla bu tarafının öyküsü. İki taraf arasındaki bağı kuransa orta yaşlı kadın kahramanımız. Kendinden çok etrafında olup bitenleri anlatmayı yeğleyen anlatıcı aynı zamanda bu kahraman. Peki neler var okurla paylaştığı? Öncelikle bir toplumun belki de bir çağın sonu yaşanıyor bu tarafta. Distopya diyebileceğimiz bir türe dahil edilebilir olay örgüsü bu bakımdan. Modern insanın önce kendi elleriyle kurduğu sonra da bir dişlisi olmaya razı geldiği her şey paramparça olmuştur artık. Tüm kurumlar, sosyal ve siyasi yapılanmalar, insani ilişkiler, kültür, gelenekler kısacası insan ve toplum olmanın yapıtaşları birbiri ardınca dağılmıştır. Sadece şanslı bir azınlık yani 'Konuşanlar' çöken toplumun artıklarından nasiplenen kısmi bir refaha sahiptirler. Herkes takas yoluyla ihtiyaçlarını karşılamakta, su ve elektriği birbiri ardınca kaybetmektedir. Şiddete teslim edilen sokaklarda insanın kendini sürekli kollaması, yaşaması imkansızlaşmışsa büyük şehirleri terk ederek kuzeye, taşraya göç etmesi gerekmektedir. Anlatıcımızın sokağı da bu göç yollarından biridir. 
Roman bir distopyayı anlatıyor dedik. Ancak distopyaya olumsuz bir bakış açısı da sezilmiyor romanda. Evet her şey paramparça olmuş, düzenden eser yok ama eskisinin de pek hayrı görülmemiş anlaşılan. Kahramanımızın yaşadığı apartmanda eski hayatlarını sürdüren şanslı azınlıktan aileler de var. Onları ve tutumlarını anlatırken takındığı olumsuz tavır, davranışları için onları bir çeşit oyun oynamakla ve sahtelikle suçlaması geçmişi tekrar diriltilmesi gereken bir altın çağ olarak görmediğini ortaya koyuyor. Aksine yeni yaşam biçimi, insanların hayatta kalmak için harcadıkları çaba, yeniden ayrışan ve şekillenen toplum ona içinde bulunduğu durumun daha iyiye evrilebilecek bir cevher barındırdığını sezdiriyor. Anlatıcının tutumundan toplumun bir noktada yerle bir olmasının beklendiği, bunun çok da kötü ve korkulacak bir şey olmadığını çıkarıyor okur. Kahramanınki biraz yıkıcı bir tavır: Yeniden kurmak için toplum düzenini temelinden dinamitlemek. Bir taraftan da insanın hayatta kalma içgüdüsünü düzene ayak uyduruşunda somutlaştırıyor. Roman içerisindeki kimse yaşadıklarını yadırgamıyor ya da sızlanmıyor kaybettiklerine.
Gelelim duvar meselesine. Romana gerçekten ilginç bir boyut katmış. Duvarın geçişkenliği, bu tarafında yaşananların sarsıcı etkisini azaltıyor ya da yön değiştiriyor böylece. Oturma odasından başka bir dünyaya, zihne açılan saydam bir kapı gibi bu duvar. Anlatıcı kendi iradesiyle geçemiyor duvarın ötesine, bir trans halinde de değil, geçtiğinde gördüklerinin ve yaptıklarının da tamamen bilincinde. Farklı bir bilinç katmanına, büyük ölçüde de kendisine tanımadığı bir adam tarafından bakması için bırakılan Emily'nin bilinç altına doğru yapılan bir yolculuğa benziyor deneyimleri. Küçük kızın geçmişinde yaşadıkları rüyaya benzer bir atmosferde sahneleniyor. Kimi zaman olduğu gibi kimi zaman da sembolik görünümlerle. Anlatıcı, duvarın bu yanında Emily'le iletişim kurmaya, aralarında bir bağ tesis etmeye çalışırken diğer tarafa geçtiğinde sevgisiz büyümüş bu kızın ruhunda kırılıp dökülenleri onarmaya çalışıyor. Bu taraftaki başarısı, kızın hayatına girebilme çabaları öte taraftakileri düzenleyebilme gücü veriyor ona. Bu bölümler görsel açıdan zengin. Zaten kitap sinemaya da uyarlanmış. Görsel gücü fark edilmiş demek ki.
Roman sadece bu kadarla sınırlı kalmıyor elbette. Hayata dair, insana ve kadına dair temas ettiği pek çok konu var. İlk elde benim dikkatimi çekenler bunlar oldu diyelim. Söylenebilecek diğer şeyleri de diğer okurların keşfine bırakalım.
A.

Wednesday, November 4, 2015

Kara kapkara bir öykü bu:

Iris Murdoch-Kara Prens

Iris Murdoch'la devam ediyorum roman okumalarıma. Gittikçe artan bir karamsarlığa götürdüğünü fark ederek. romanıyla eğlenceli başlayan bu süreç, Kara Prens'le birlikte karanlık bir öyküye dönüştü. Roman, ilk satırlarıyla birlikte ana kahramanın peşinden bir yazarın yazma-yaratma sıkıntılarını takip edeceği yanılsamasını duyuruyor okura. Oysa ilerledikçe Kafkaesk bir yapıya bürünüveriyor. Okurken özellikle son kısımlarında kendimi Dava'nın ya da Dönüşüm'ün içinde sandım sıklıkla. -Üstelik bunu hiç kaldıramayacağım bir zamanda-. Yazamayan kahramanımız bu sorununa çareler aramaya ve şiddetle ihtiyaç duyduğu yalnızlığı bulmaya çalışırken tüm karmaşanın ortasına düşüyor. Üstelik hayatındaki farklı insanların elinden çıkan ama her biri onu hedef alan bir karmaşanın. Bir süre sonra en büyük meselesi olan yazamama, dertlerinin en önemsizine dönüşüyor. 
Peki nasıl bir karmaşa bu? Ben bunun temelinde biraz sembolik bir yön buldum. Kahramanımız Bradley Pearson, 58 yaşında ve bir yazar. Ancak pek de üretken olduğu söylenemez. Bunun farkında ve artık emekli olmanın da verdiği kısmi özgürlükle kendine Londra dışında bir süre kalabileceği ve yeni romanına başlayacağı Patara isminde bir yer bulur. Roman da onun yolculuk hazırlıklarıyla başlar zaten. Önce üşengeçliği sonra da birbiri ardına sahneye atılıveren diğer kahramanlar yüzünden gittikçe ertelenir bu kaçış. Her kahramanla birlikte bir sorun halkası da dahil olur hayatına. Kız kardeşi, eski karısı, onun erkek kardeşi, aile dostu yazar, onun karısı, kızları... Her biri, kimi ona aşık olarak kimi de ölerek bu uzaklaşmayı denemesine defalarca engel olurlar. Zaten sonunda başardığında da bir felaketle sonuçlanır. Bu örgünün sembolik tarafına gelince. İnsanın hayatında kendini bulma çabalarını, nihai amacını gerçekleştirmesini engelleyen o bağlara bir göndermeyi andırıyor bu örgü. 
Bu sembolizminin ötesinde içimi karartan ama yazarın romanlarında bir ortaklık olarak da beliren ilginç bir noktadan da bahsetmek istiyorum. O da kahramanların gerçek sandıkları hayatlarının bir yanılsama olduğu ve bununla yüzleştikleri o trajik dönüm noktaları. Rüya Sakinleri'nde bu yaklaşan ölüm ve seldi.  Burada da Arnold'un cinayetinin Bradley'in üzerine kalması. Her ne kadar diğer kahramanlar onun masum olmadığına okuru ikna etmeye çalışan son sözler kaleme alsalar da tüm hikayeyi dinlediğimiz Bradley kendini savunmada daha inandırıcı. Ancak yine de mahkum edilmekten kurtulamıyor. Bu süre içerisinde yaptığı her şey onun aleyhine dönen art niyetli eylemler ve safi kötülüğün birer yansıması olarak anlaşılıyor mahkeme sürecinde. Aldığı ceza işlemediği suçun değil de bir türlü yaşamadığı hayatın, 'honest mistake' de diyebileceğimiz hataların bütününün bir karşılığı. Belki de kendini savunmaya çok da istekli olmamasında bu durumun farkında oluşunun etkisi var. İşte romanı Kafka'nın kurgularına yaklaştıran da bu yapı.
Yazar, bu klasik aydınlanma anını okurun da hak vereceği bir açıklıkla yapıyor. Romandan bana kalan da bu çok beğendiğim anlatım oluyor. İçindeki aşk hikayesiniyse sevemedim ne yazık ki.
A.

Sunday, October 25, 2015

IRIS MURDOCH
RÜYA SAKİNLERİ

Iris Murdoch'un sanırım okuduğum üçüncü kitabı Rüya Sakinleri. The Sea The Sea ilk kitabıydı ve İngilizce aslını okuyup hem konuya hem de dilin akıcılığına hayran kalmıştım. 'ı yakınlarda bitirdim. Bu yazıya başlamadan önce Murdoch hakkında yazılanlara kısaca göz attım. Bir okuru her kitabında aynı insanlara yer verdiğini söylemiş. Ben böyle düşünmüyorum aynı hassasiyetleri duyan insanlar olabilir belki ama aynı insanlar değiller kesinlikle. 'la Rüya Sakinleri'nin kahramanlarını birleştiren bir nokta var tabii. "Rüya hali".
Yazar rüyayla, hayata ve insan aldanışına zarif bir gönderme yapıyor. Hayatın bir rüya hali olduğu, ancak ölümün ya da ölümle burun buruna gelmenin bu rüyanın farkına varmamızı sağladığı düşüncesi. Roman pişmanlıklarla dolu, yaşanmamış hayatların bir dökümü. Her kahraman bir noktada durup kendisine hayatını gerçekte neye harcadığı, bunun gerçekten isteyip istemediği şey olduğu ve başka türlü yaşamanın mümkün olup olmadığı sorularını soruyor. İşin acı tarafı da bu noktada bazıları için geriye dönüşün mümkün olmayışı.
Biraz da kader kavramıyla ilgili sorgulamalar da barındırıyor. Kendi seçimimiz var saydığımız, yıllar boyu arkasında durduğumuz ya da peşinde koşturduğumuz şeylerin aslında bir sürüklenişten ibaret olabileceği düşüncesi. Roman kahramanları için gerçeklikle yüzleştikleri noktada onları temelden sarsan bir fark ediş anı bu. Boşu boşuna yaşanmış bir hayat. Ulaşılanların hedefler olduğu ama mutlu etmediği gerçeği. Bu yüzleşme anlarından sonra kendilerini tam anlamıyla sürüklenişe ya da kaderlerine teslim eden kahramanlar da var. Ve işin ilginci mutluluğu iradelerinden vazgeçtikleri noktada buluyorlar.
Ve ölüm tabii ki. Romanın yaşlı Bruno'su, onun hastalığı ve korkularıyla romana taşınan ölüm. Hayatın bir rüya olduğu fikriyle de okuru karşı karşıya getiren o. Hatırlamaya çalıştığı her şey gerçekliğini yitiriyor birbiri arkasınca. Onun için hatalarını telafi etmek, başa dönmek, sadece an'ın var olduğunu anlamak için vakit kalmamış görünüyor. Biz okurlara düşüyor bunların hayatımızdaki yerini sorgulamak. En azından bende bu soruları ve kaygıları su yüzüne çıkarmayı başardı. 

Saturday, February 2, 2013

ÇELİK VS STING


Actually I don't like accusing people for the similar works they do. But as a fan of Sting I needed to point out the similarity between these two  videos. The outfit, the men with sax... I smell bad things :)
And it seems a little more than a coincidence.

Uzunca bir aradan sonra böyle bir postla merhaba demek istemezdim ancak, geçenlerde farkettiğim bu benzerliği (!) de paylaşmadan edemedim. Geçende milli kütüphanede (genelde internet kısıtllıdır ama) bir arkadaş nasıl olduysa Çelik'in Dilberim klibini seyrediyordu. Tam çaprazımda olduğu için başımı kaldırdığım an rahatlıkla görebiliyordum. Gerçi görür görmez yuh artık dedim. Çünkü klip çok çok sevdiğim Sting'in 'Englishman in New York' klibi gibiydi. Kıyafetler, saçlar, saksafon falan... Şemsiye bile beni rahatsız etti. Aslına bakarsanız rastlantıdan fazlası var gibiydi.